Psikolojiye göre birinin duygusal olarak olgun olmadığını gösteren 5 işaret

Tanıdığın insanları bir düşün: yapıcı bir eleştiri aldığında anında kirpi gibi dikenlenen biri var mı? Ya da bir şeyler ters gittiğinde suçu hep başkasına atan, asla kendine bakmayan bir arkadaşın? İşte o kişi, duygusal olgunluk konusunda sosyal medyayı yeni keşfetmiş bir ergen seviyesinde olabilir. Ve işin ilginç yanı – ya da korkutucu tarafı – o kişi sen de olabilirsin. Ya da ben. Dürüst olmak gerekirse, hepimiz olabiliriz.

Duygusal olgunluk beyaz saçlarla ya da kimlikte yazan yılla ilgili değil. Elli yaşında olup on beş yaşındaki gibi tepki verebilirsin, ya da yirmi küsur yaşında olup duygularını bir Budist rahibinden daha iyi yönetebilirsin. Psikologlar bugün bu konuyu çok konuşuyor çünkü, kabul edelim, kişisel sorumluluktan alerjisi olan ve Facebook’ta haklı çıkmayı başkalarının bakış açısını anlamaktan daha önemli sayan bir çağda yaşıyoruz.

İlginç olan şu: psikoloji uzmanları duygusal olarak olgunlaşmamış insanlarda tekrar eden bazı davranış kalıpları tespit etmiş. Taşa kazınmış klinik tanılardan bahsetmiyoruz elbette, ama hem terapötik uygulamadan hem de Olgunlaşma Dengesizliği Modeli gibi bilimsel çalışmalardan ortaya çıkan tutarlı gözlemlerden. Spoiler: beynimizin duygusal kısmı – limbik sistem – tavşan gibi koşarken, mantıklı düşünmekten sorumlu kısım – prefrontal korteks – salyangoz gibi ilerliyor ve olgunlaşmasını ancak yirmi beş yaşlarında tamamlıyor. Bu, pek çok genç yetişkinin neden biraz dürtüsel olabildiğini açıklıyor, ama her eleştiri aldığında ofis kapısını çarpan elli yaşındaki meslektaşını açıklamıyor.

Birinci İşaret: Empati mi, O da Ne?

Empati, kendini başkalarının yerine koyabilme, açıkça söylemediklerinde bile ne hissettiklerini anlayabilme yeteneği. “Vay be, senin için zor olmalı” diyebilmeni sağlayan süper güç. Yoksa “E, ben daha beterini yaşadım” deyip her sohbeti kendi monoloğuna çeviren o tip değil.

Psikologlar empatinin duygusal zeka ile yakından bağlantılı olduğunu vurguluyor. Doksan’lı yıllarda popüler olan bu kavram, kendi duygularını ve başkalarının duygularını tanıma ve yönetmede ne kadar iyi olduğunu ölçüyor. Düşük duygusal zekaya sahip insanlar başkalarının duygusal sinyallerini okumakta zorlanıyor: partnerin o gergin yüz ifadesi, arkadaşının boğuk ses tonu, kardeşinin ağır sessizliği. Onlar için bunların hepsi çözülmemiş bir muamma, tıpkı Rosetta Taşı keşfedilmeden önceki Mısır hiyeroglifleri gibi.

Her zaman bencillik meselesi de değil aslında. Beyin gelişim modelleri açıkladığı üzere, bazı insanlar prefrontal kortekste başkalarının duygusal durumlarını çözümleyip yanıt vermeyi sağlayan sinirsel bağlantıları geliştirmemiş. Akıllı telefonda doğru uygulamanın olmaması gibi: cihaz çalışıyor ama o özel işlev yok.

Asıl sorun ne biliyor musun? Empatisi olmayan biriyle yaşamak ya da çalışmak inanılmaz yorucu. Her çatışma çözümsüz kalıyor çünkü karşındaki kişi durumu senin bakış açından göremiyor. Romantik ilişkilerde bu tam bir felaketin reçetesi: partnere “kendimi ihmal edilmiş hissettim” dediğinde aldığın yanıt “ama ben çok çalışıyorum, abartıyorsun” olunca, game over.

İkinci İşaret: Hep Bir Başkasının Suçu

Klasik sorumluluk kaçırma hareketi! Duygusal olarak olgunlaşmamış insanların mükemmelleştirdiği bir yetenek varsa, o da hiçbir şeyden asla, ama asla sorumluluk almamak. Her zaman trafiğin, orospu patronun, anlamayan eşin, bozuk sistemin, ödevi yiyen köpeğin suçu.

Kişisel gelişim üzerine çalışan koçlar ve psikologlar sürekli bu kalıbı fark ediyorlar: başarısızlıklarını sistematik olarak dış faktörlere bağlayan insanlar. Psikolojide buna “dış kontrol odağı” deniyor ve olgun insanların sahip olduğu şeyin tam tersi. Olgun insanlar hayatlarında olanlar karşısında kendi rollerini kabul ediyorlar. Kendini her şey için kırbaçlamak değil bu, sadece “Peki bu durumda benim payım ne?” diye sormak.

Bu davranış özellikle sinir bozucu çünkü kişisel büyümeyi engelliyor. Düşün bir: suç hep başkalarındaysa, senin değişmen gereken hiçbir şey yok. Mükemmelsin, sorun dünyada. Pratik değil mi? Yazık ki bu zihniyet seni aynı noktada tutuyor, aynı hataları döngü halinde tekrarlıyorsun, tıpkı “Günü Tekrar Yaşa” gibi, sadece Bill Murray sonunda bir şeyler öğreniyor.

Uzmanlar bu davranışı öz-farkındalık eksikliğiyle ilişkilendiriyor – acımasız bir dürüstlükle aynaya bakıp “evet, burada hata yaptım” diyebilme yeteneği. Duygusal olgunluk saç beyazlarıyla ilgili değil, bu acı ama gerekli egzersizi yapabilmekle ilgili. Olgunlaşmamış insanlar ise her zaman koşulların kurbanı oldukları balonlarında yaşamayı tercih ediyorlar.

Üçüncü İşaret: Her Eleştiri Savaş İlanı

Küçük bir düşünce deneyi yapalım: birine “bu sunumda bazı noktalar belirsizdi, bir dahakine farklı yapılandırabilirsin belki” desen. Duygusal olarak olgun biri “Haklısın, hangi kısımlar kafa karıştırıcıydı?” der. Olgunlaşmamış biri mi? Nükleer karşı saldırıya hazır ol.

Eleştiriye aşırı duyarlılık, duygusal olgunlaşmamışlığın en belirgin işaretlerinden. Psikologlar bunu kırılgan benlik saygısı ve “kırılgan benlik” dedikleri şeyle ilişkilendiriyor: bu insanların kimliği o kadar sallantılı ki herhangi bir olumsuz geri bildirim varoluşsal bir saldırı olarak algılanıyor. İşlerini eleştirmiyorsun, onları insan olarak eleştiriyorsun. Bir gözlem yapmıyorsun, değerlerini yok ediyorsun.

Bu savunma mekanizması özellikle yakın ilişkilerde yıkıcı. Partnerin ona bir şeyin kendisini incittiğini söyleyemiyorsa kıyamet kopacak diye, konuşmayı kesiyor. Konuşmayı kesince de ilişki yavaş yavaş ölmeye başlıyor, söylenmeyenler ve biriken küskünlükler tarafından boğuluyor. Çiftleri onlarca yıl inceleyen psikolog John Gottman, savunmacılığı ilişkisel “kıyametin dört atlısı”ndan biri olarak tanımladı – bir ilişkinin sonunu ürkütücü bir doğrulukla öngören davranışlar.

Burada da nörolojik bir bileşen var: dengeli olmayan beyin olgunlaşması modeli, gençlerde limbik sistemin – yoğun duygular ve ani tepkiler sistemi – zaten dolu dolu çalıştığını, ama prefrontal korteksin – “sakin ol, nefes al, bu kişisel bir saldırı değil” demesi gereken kısmın – henüz bağlantılarını tamamladığını gösteriyor. Bu yirmili yaşlardaki tepkiselliği bir miktar açıklıyor ama kırk yaşındaysan ve her gözlem karşısında anana hakaret edilmiş gibi tepki veriyorsan, Houston, bir sorunumuz var.

Dördüncü İşaret: Öz Denetim Sıfır, Sadece İçgüdüsel Tepkiler

Dürtüsellik, duygusal olgunlaşmamışlığın en sevdiği oyun alanı. Sonuçları düşünmeden anlık kararlar almak, öfkeyle patlamak sonra iki saat sonra pişman olmak, “canım istedi” diye gereksiz şeyler almak, gece üçte o zehirli mesajı göndermek ve ertesi gün umutsuzca silmek istemek.

Ruh sağlığı profesyonelleri dürtüleri yönetememenin zayıf duygu düzenleme becerisiyle bağlantılı olduğunu söylüyor. Pratikte, çok güçlü ama freni olmayan bir arabaya sahip olmak gibi: evet, hızlı gidiyorsun ama nasıl duracaksın? Duygusal olarak olgun insanlar psikologların “uyaran ve tepki arasındaki boşluk” dediği şeyi geliştirmiş: seni kızdıran bir şey oluyor ve hemen tepki vermek yerine düşünmek için bir an duruyorsun. O sihirli duraklama, “bir dakika, şimdi böyle cevap verirsem bir saat sonra pişman olurum” demeni sağlıyor.

Eleştiriye nasıl tepki veriyorsun?
Anında savunmaya geçerim
Mantıklıca değerlendiririm
Sessizleşirim sonra patlarım
Gelişim için kullanırım

Nörobilim bu “dur ve düşün” yeteneğinin prefrontal kortekse bağlı olduğunu söylüyor – ki sürpriz! – beynin tam olgunlaşan son kısmı bu. Yürütücü kontrol merkezimiz bu, “patronuna bağırmak yüzyılın fikri olmayabilir” ya da “gece ikide eski sevgiliye art arda on mesaj atmak en akıllıca hareket olmayabilir” diyen kısım.

İlişkilerde dürtüsellik özellikle toksik: her kavgada “bitti!” demek, gideceğinle tehdit etmek, gerçekten düşünmediğin ama anın hararetinde çıkan acımasız şeyler söylemek. Bu davranışlar güveni pas lekesinin yağmurda kalmış arabayı yemesinden daha hızlı aşındırıyor. Partner tetikte yaşamaya başlıyor, bir sonraki anlaşmazlıkta hangi duygusal bombanın patlayacağından asla emin değil.

Beşinci İşaret: “Haklı Olan Benim, Nokta”

Kendi bakış açından farklı perspektifleri düşünememe, belki de duygusal olgunlaşmamışlığın en sinsi ama en açıklayıcı işareti. Güçlü fikirlere sahip olmaktan bahsetmiyoruz, şeyleri görüş şeklinin tek mümkün, tek geçerli, tek düşünmeye değer yol olduğuna inanmana sebep olan zihinsel katılıktan bahsediyoruz.

Bilişsel gelişimi inceleyen psikologlar zihinsel esnekliğin ve yeni bilgiye açıklığın olgunluğun tipik özellikleri olduğunu belirtiyor. Duygusal olarak olgun insanlar dünyanın karmaşık olduğunu, mutlak doğruların nadiren var olduğunu ve yeni bir şey öğrenmenin çoğu zaman daha önce inandığın şeyin yanlış ya da eksik olduğunu keşfetmek anlamına geldiğini biliyor. Ve sorun değil! Bu büyümedir, evrimdir.

Olgunlaşmamış insanlar ise zihinsel kalelerde yaşıyor: inanç sistemlerini inşa etmişler ve alternatif öneren herkes püskürtülmesi gereken bir işgalci. Onlarla tartışmak diyalog değil, amacın anlaşmak değil kazanmak olduğu bir savaş. Anlamak için dinlemiyorlar, akıl yürütmende zayıf noktayı bulup karşı saldırmak için dinliyorlar.

Bu zihinsel kapalılık genellikle bir savunma biçimi: bir konuda yanılabileceğini kabul edersen, farklı bir bakış açısını benimsersen, belirsizlik ve savunmasızlıkla yüzleşmek zorunda kalırsın. Bu korkutucu, özellikle o korkuyu yönetecek duygusal araçları geliştirmediysen. “Haklıyım, diğerleri aptal” demek, “belki bu bakış açısını düşünmeliyim, beni rahatsız etse de” demekten daha kolay.

İş yerinde bu zihinsel katılık inovasyonu ve iş birliğini öldürüyor. İnsanların farklı perspektifleri dinlemediği ekiplerde hep aynı fikirler doğuyor ve aynı hatalar tekrarlanıyor. Kişisel ilişkilerde duvarlar yaratıyor: partnerin fikirlerinin hiç önemli olmadığını, her zaman görmezden gelindiğini ya da küçümsendiğini hissederse, er ya da geç seninle bir şey paylaşmayı bırakıyor. O noktada sadece fiziksel bir mekan paylaşıyorsunuz, bir hayat değil.

Şimdi Ne Yapmalı? Bu Farkındalıkla Ne Etmeli?

Bu beş noktayı okurken “Tanrım, bu benim” diye düşündüysen, rahat nefes al. Farkındalık kelimenin tam anlamıyla değişimin ilk adımı. Kişisel büyüme üzerine çalışan psikologlar bir mantra gibi tekrarlıyor: kabul etmediğin şeyi değiştiremezsin. Buraya kadar okumuş ve bazı davranışlarda kendini tanımış olman, beynin öz-yansıtmayla ilgilenen kısmını – bak sen, prefrontal korteksi – devreye sokmuşsun bile.

Duygusal olgunluk doğuştan getirdiğin bir özellik ya da gökten inen ilahi bir armağan değil. Sporda kaslar gibi geliştirilebilen bir beceriler seti. Elbette bazı insanlar avantajlı başlıyor – belki ailede pozitif rol modelleri vardı ya da bu yetenekleri daha erken geliştirmeye iten deneyimler. Ama iyi haber şu: beyin plastik, değişebiliyor, yeni bağlantılar kurabiliyor, yetişkinlikte bile yeni duygusal tepki kalıpları öğrenebiliyor.

Empati için: aktif dinlemeyle başla. Biri sana bir şey anlatırken, ne yanıt vereceğini ya da kendi deneyiminle nasıl bağlantı kuracağını düşünme hemen. Gerçekten dinle, sorular sor, o kişinin ne hissettiğini anlamaya çalış. Egzersiz gibi: başta zorlu ve yapay geliyor, sonra otomatikleşiyor.

Kişisel sorumluluk için: rahatsız edici sorularla dene. Bir şey ters gittiğinde, dışarıda suçlu aramadan önce “ben ne yapabilirdim farklı?” diye sor kendine. Her şey için kendini suçlamak değil bu, olayları etkileme gücünü, failliğini tanımak.

Eleştiriyi yönetmek için: gerçek benlik saygısı üzerinde çalış, ilk olumsuz yorumda çökmeyecek olan. Psikologlar “öz-şefkat”ten bahsediyor, bu sadece mükemmelken kendini sevmek değil, herkesin hata yaptığını ve bir hatanın seni insan olarak tanımlamadığını kabul etmek. “Tamam, bu konuda hata yaptım, ne öğrenebilirim?” diyen iç ses, “korkunç ve umutsuz bir insanım” yerine.

Dürtüsellik için: duygu düzenleme teknikleri. Yanıt vermeden önce ona kadar saymak kadar basit ya da seni duygularına kapılmadan gözlemlemeye yardımcı olan farkındalık uygulamalarını öğrenmek kadar karmaşık olabilir. Amaç hissetmekle hareket etmek arasında, bilinçli seçimin yaşadığı o boşluğu yaratmak.

Zihinsel açıklık için: entelektüel merakı besle. Aktif olarak kendinden farklı bakış açıları ara, katılmadığın şeyleri oku, dünyayı farklı gören insanlarla konuş. “Bu kişi yanılıyor” diyen o iç sesi duyduğunda, “neden böyle düşünüyor? Ne biliyor ben bilmiyorum? Geçerli bir noktası olsa ne olur?” diye sor.

Hızlı Test: Kaç İşaret Tanıdın?

Hızlı bir kontrol yapalım, yargısız. Son aylarda:

  • Biri sana bir sorunundan bahsederken sohbeti kendine mi çevirdin?
  • Son kez bir şeyler ters gittiğinde suçu dış faktörlere verdin mi, kendi rolünü düşünmeden?
  • Yapıcı bir geri bildirime aşırı savunmacı tepki verip hemen karşı saldırdın ya da kendini haklı çıkardın mı?
  • Pişman olduğun dürtüsel kararlar aldın mı ya da öfkeyle söylemediğini dilediğin şeyler söyledin mi?
  • Haklı olduğuna ikna olduğun için kendinden farklı bir bakış açısını düşünmeyi reddettín mi?

Bu sorulardan üçünden fazlasına evet dediysen, muhtemelen üzerinde çalışman gereken bazı alanlar var. Ama yine: panik yok, utanma yok. Herkes – ve herkes derken gerçekten herkesi kastediyorum – duygusal olgunlaşmamışlık anları yaşıyor. Büyüyen ile aynı yerde kalan arasındaki fark, sadece dürüstçe aynaya bakıp “tamam, daha iyisini yapabilirim” deme isteği.

Duygusal olgunluk bir varış noktası değil, yolculuk. Bir sabah tamamen olgun uyanıp sonsuza dek öyle kalmıyorsun. Öğrenme, düşüp kalkma, zamanla daha iyi bir versiyonunu inşa eden küçük ilerlemelerin sürekli bir süreci. Ve güzel olan şu: daha fazla empati, sorumluluk, açıklık ve öz denetim yönünde atılan her küçük adım, senin ve çevrenizdeki insanların hayatını biraz daha kolay, biraz daha huzurlu, biraz daha otantik bağlantılarla dolu hale getiriyor. Sonuçta hepimizin istediği bu değil mi?

Yorum yapın